29 Ağustos 2012 Çarşamba

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ

Kendi kişisel çıkarları için yabancılarla işbirliğine giren ve gücünü halktan almayan küçük bir azınlığın dışındaki tüm güçler; Aralarındaki Etnik, Dini ve Siyasi ayrımları ERTELEYEREK Ulusal Kuruluş Mücadelesi yolunda birleşmelidir." 
M.Kemal ATATÜRK (1921-İrade-i Milliye )


Etem Tem, Afyon Kocatepe'de yarattığı "anıt fotoğrafı" nasıl çektiğini, ülkenin kaderini belirleyen o sabahı ve ardından gelen günlerde neler yaşandığını Fikret Otyam ile 1960 yılında yaptığı söyleşide(Ulus Gazetesi, 4 Aralık 1960, Ankara) şöyle anlatmıştı:

" O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk. Taaruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11'di..."
***
"O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate başladılar. 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "Bu bir başkumandan odasına yaraşmaz" dedi. Salih odayı halı döşeyeceğini söyledi. Zira o gün esir alınan Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde  gezdirdi ve 'Çok güzel' dedi."
***
" 9 Eylül'dü... Kadifekale'ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı...Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti...."Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri.." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine...
"Sonra mı?.. Ha, evet... Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya baktım...Hakikaten birer harikaydı...Taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için  bir gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargaha, Bornova'ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkanının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?.. dükkan yanmıştı... Uşak'ta o ahır bozması yerde yıkaya bildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkanıyla birlikte yandı kül oldu..."
Bu fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, "Bir 26 Ağustos Yıldönümü" yazısında şöyle diyecektir:

"Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser bırakmamıştır."  

Kaynak:1- Fikret Otyam, "Etem Tem" röportajı, Ulus Gazetesi, 4 Aralık 1960, Ankara.
            2- Falih Rıfkı Atay, " Bir 26 Ağustos Yıldönümü" Milliyet Gazetesi, 26 Ağustos 1928



Türk taarruz planının esası, düşmana, geride yeni bir cephe kurmasına olanak vermeyecek bir biçimde bir tek darbede yenmek ve düşman silahlı kuvvetlerini imha etmek idi. Bin bir güçlük ile sağlanmış bulunan cephanenin uzun bir savaşa yetmesi mümkün değildi.

Türk topçusunun 26 Ağustos sabahı saat 04:30'da ateş açması ile taarruz başladı. Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Cephe Komutanı Kocatepe'den taarruzu izliyorlardı. 26 Ağustos günü düşmana ait önemli birkaç tepe ele geçirildi. 27 Ağustos'tan itibaren düşman geri çekilmeye başladı. Türk kuvvetleri üstünlüğü ele geçirdiler. Yunan ordusu çekilirken etrafı ateşe vermeye başladı. Bu iki gün içinde Yunanlıların 4-5 tümeni yenildi. Yunanlılar'ın Eskişehir cephesinde bulunan kuvvetli birliklerinin, savunma cephesi kurmalarına fırsat vermemek için süvari birlikleri, gerilere sarktılar ve Dumlupınar yolunu tıkadılar. Çember içine alınan Yunan Ordusu'nun 5 tümeni, bizzat Başkomutan tarafından yönetilen bir savaş sonunda, çok ağır şekilde yenilerek teslim oldu. Kurtulan Yunan kuvvetleri panik halinde İzmir'e doğru kaçmaya başladılar. 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da düşman kuvvetlerinin imhası ile sonuçlanan bu meydan savaşına ismet Paşa 31 Ağustos'ta, "Başkumandan Meydan Savaşı" adını verdi. M. Kemal bu savaşa "Rum Sındığı" adını vermişti.

Meydan savaşından sonra, çevreyi gezen M. Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, sürü sürü esirin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve yanındakilere, "Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir." demiştir.

Zafer'in Sonucu
Yunan Ordusu'nun on beş gün içinde imhası ile sonuçlanan "Büyük Zafer", Başkomutan'ın büyük riski göze alarak, güçlü bir sıklet merkezi yapmak, taarruzda baskını sağlamak, denk kuvvetle, ateş üstünlüğüne sahip düşmana karşı, savaşta kesin sonuç yerini seçme, doğru karar verme, iç ve dış politikayı iyi yönetmek, ulusu ve orduyu kaynaştırıp savaşa hazırlamaktaki üstün başarısıyla kazanıldı. Türk Ordusu 4-5 ayda parçalanamaz denen Yunan Cephesi'ni bir kaç günde parçaladı. 15 günde 500-600 km. yol aldı. 150.000 kişilik bir düşman ordusunu imha etti. Bu büyük başarı içte ulusal bütünlüğü ve güveni sağladı. Öldü zannedilen Türk Ulusu'nun azmi, bu düşünceyi yıktı. Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Atlaşması'nın imzalanmasını hazırlaması bakımından, büyük güç kaynağı oldu. Tam bağımsız Türk Devleti olan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Türk Devrimi'nin güç kaynağı yine bu zafer oldu. Sevr ile "Doğu Sorunu"nu diledikleri gibi çözebileceklerini zanneden İtilaf devletleri, Türkiye'nin gücünü ve Lozan'da Doğu Sorunu'nun kapandığını kabul ettiler. Atatürk'ün  dediği gibi, zaferler amaçları ve sonuçları bakımından önem taşırlar. Tarihte büyük meydan savaşları çok olmuştur. Fakat bunların çoğu aynı ölçüde büyük sonuçlar getirmemiştir. Başkomutan Meydan savaşı yalnızca, düşman ordularını denize dökmek ve ülkeyi kurtarmakla kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu hazırlamıştır.
Kaynak: Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, Sayfa: 334-341



ÇOCUĞUMU YENİDEN YETİŞTİRMEM MÜMKÜN OLSAYDI





Geç kalmayanlar için harika tavsiyeler.


...


Ona işaret parmağımı kaldırıp yasaklar koymak yerine,
Parmaklarıyla resim yapmayı öğretirdim.
Hatalarını daha az düzeltir, onunla daha çok yakınlık kurmaya çalışırdım.
Onu sadece gözlerimle izler, ona saat kısıtlamaları koymazdım.
Daha bilgili olmaya çalışır, ona daha çok şefkat gösterirdim.
Onunla daha çok yürüyüşlere çıkar, uçurtmalar uçururdum.
Ona karşı ciddi bir tavır içinde olmak yerine, onunla oyunlar oynardım.
Onunla kırlarda koşar, yıldızları seyrederdim.
Onu daha sık kucaklar, daha az hırpalardım.
Ona karşı katı davranmaz, onu daha çok yüreklendirirdim.
Önce benlik saygısı kazanmasını sağlar, bir ev sahibi olmayı daha sonra düşünürdüm.
Ona güce karşı sevgi duymak yerine, sevginin gücünü öğretirdim.

Diane Leomans
 Çocuklara Öz Saygıyı ve Değerleri Öğretmenin 100 Yolu





24 Ağustos 2012 Cuma

ÇOCUĞUNUZU TANIMAK İÇİN SORMANIZ GEREKEN SORULAR LİSTESİ

İŞTE ÇOCUĞUNUZA SORMANIZ GEREKEN SORULAR
1- Bana kendinle ilgili en iyi beş şeyi söyler misin?
2- Sence başarı ne demek?
3- Eğer iki tane sebzeyi bir daha yemememe şansın olsa hangilerini yememeyi seçerdin?
4- Yerinde olmak isterdim dediğin bir ünlü var mı ve neden?
5- Sence ben senin arkadaşlarından en çok hangisini seviyorum ve neden?
6- Sence ideal harçlık kaç lira olmalı ve neden?
7- En kötü öğretmenin hangisiydi ve neden?
8- Sence en iyi öğretmen nasıl olmalı?
9- Günün en çok hangi saatinde yalnız olmak istersin ve neden?
10- Bizim arkadaşlarımızdan sence en komik görünen hangisi?
11- Eğer senin elinde olsaydı işten kaçta gelmemi isterdin ve geldiğimde ne yapmamızı isterdin?
12- Sence hangi kıyafetimi asla giymemeliyim ve neden?
13- Çok üzgün olduğun zaman hangi yemeği yemek seni mutlu eder?
14- En sevdiğin şarkıcılar hangileri?
15- Sence şimdiye kadar verdiğim cezalardan hangisi haksız yere verilmişti?
16- Kendinle ilgili bir şeyleri değiştirme imkanın olsaydı neleri değiştirirdin?
17- Sence kaç yaşına gelince çocuk değil de büyük olunuyor?
18- Odanı istediğin gibi yapabilecek olsan neleri değiştirirdin?
19- Arkadaşların ailelerine ne yalanlar söylüyorlar?
20- Sence en iyi arkadaş nasıl olur?
21- Küçükken en sevdiğin oyuncağın hangisiydi?
22- Korktuğun zaman aklından ilk ne geçiriyorsun?
23- Sence insanlar nasıl güzel oluyorlar?
24- Sence ben arabayı nasıl kullanıyorum?
25- Kendi fotoğraflarına baktığın zaman en güzel fotoğrafının hangisi olduğunu düşünüyorsun?
26- Sence iyi anne baba nasıl olunur?
27- Hiç bir filmde veya çizgi filmde görüp taklit ettiğin ya da denediğin bir şey oldu mu?
28- Sence bir çocuk günde ne sıklıkta öpülmeli ve kucaklanmalı?
29- Şimdiye kadar arkadaşlarından birinin senin için yaptığı en güzel şey ne?
30- Sence yıldızların arkasında ne var?




Yazdım. Zamanı gelince soracağım inşallah.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

İNTERNET ALIŞVERİŞLERİM

Merhaba

https://www.unnado.com/davet/fusunpehlivan_100024

Bu linki yayınlarken, internetten yaptığım alışverişler geldi aklıma. Çocuğumun mama sandalyesinden tutun da, kaban,ayakkabı, bot, mayo, güneş kremi, hatta geçen gün bu siteden kolluk aldım, yüzmek için ama bayağı değişik geldi bana. Kolluk göğüs bölgesinden birbirine bağlı. Sanırım su yüzeyinde daha rahat durabilecek.Bizimkinin yüzünü suyla ıslatmama gibi bir problemi var. Banyo yaparken Chicco'nun  şeffaf bir çeperini almıştım. Kafası büyüyene kadar onu kullandı.Arada gözüne su kaçınca çığlığı basıyor. "Ama neyse böyle olsun kafam büyüdü değil mi" diyor.
         Bazen hediyelerimi de internetten alıyorum. Beden konusunda sıkıntı olunca, geri gönder, bildir, yenisi gelsin biraz sıkıntı oluyor, ama  bu tip sıkıntılar az oluyor. Oturduğum yerden beğenip, ertesi gün, ya da bir kaç gün sonra ayağıma gelmesi hoşuma gidiyor.Çarşı, pazar gezmek her zaman mümkün olmuyor. Soğuk buhar makinası , şeker ölçüm cihazı, ayakkabı, eşime kıyafet (Genellikle beden problemi yaşıyoruz.Ben geri vermek yerine ya kendim giyiyorum, ya da yeğenime hediye ediyorum.), oyuncak, bitkisel ilaçlar, hatta bir keresinde Hatay' dan kahvaltılık koli geldi.
         Birde indirim fırsatları olan siteleri kullanıyorum. yemek, seyahat olarak. Hafta sonu kaçamakları için, Amasra Çakraz'a gittik. Çok güzeldi.Kahvaltılar, iftarlar keyifli oluyor. Yalnız geçen sene Ayrancı'daki Meşhur İskender Kebap'a teyzemle iftara gitmiştik.Adamlar bize başından sonuna kadar beleşçi muamelesi yaptılar. Sanırım, gıcıklık olsun diye 5 TL bahşiş bırakmıştık. Kupon aldığım firmaya yazmıştım. Gerekli uyarının yapıldığını söylediler. Ama benim için orası hep öyle kalacak.
           Ayrıca TV de satışı yapılan ürünler var. Pratik, ilginç, gerekli veya gereksiz bir sürü seçenek var. Arkadaşım manyetik dik tutucu sırt korsesi almıştı 50 küsür Liraya. Başka bir sitede 12 Liraya buldum. Ertesi günde 9 Liraya başka bir sitede buldum. Arkadaşım ilk aldığı firmayı arayıp, boyadı ve parasını geri aldı. Bunlarda da tutturabildiğine oluyor satış fiyatları. İncelemek lazım.

   Velhasıl, Müjde Ar internetin yeni yeni keşfedildiği zamanlarda "ayrı bir dünya, içine girsen çıkamazsın" gibi bir ifadede bulunmuştu.Şimdi bakıyorum da hayatımız internet olmuş.Sosyal paylaşım siteleri var, elektronik posta var, uzakları yakın ediyor.Alış verişi var, randevusu var, bilgi edinmesi var, haberleri var, eğitimi var var da var.

     Güzel işlerde internet kullanımlarımız olsun inşallah.

Sevgiyle.




UNNADO.COM

https://www.unnado.com/davet/fusunpehlivan_100024

4 Ağustos 2012 Cumartesi

ANNE BABA YEMİNİ

"Bu yüce varlığa kavuşmamıza izin veren Yaradan’a hep şükredeceğimize;
O’nu bildiğimiz ve elde edebildiğimiz en iyi olanaklarla
yetiştireceğimize; ruhunu güzelliklerle süslemesine, bedeninin
kıymetini bilmesine yardımcı olacağımıza; sevmeyi, ve sevgiyi
öğreteceğimize; O’nu sayacağımıza ve O’na saygıyı anlatacağımıza mutlu
anında da kederli anında da daima O’nun yanında olacağımıza, ancak
“Emek Verdim” diyerek haksız beklentiler içine girmeyeceğimize; O’nun
varlığı için ve hayat arkadaşlığı için, hep yanımızda olan eşimize
beslediğimiz sevgi, saygı ve güveni her gün tazeleyeceğimize;
gözümüzün nuru, evimizin neşesi, hayatımızın anlamı olan “Bebeğimizi”
kendi arzularını gerçekleştirmesi yönünde destekleyeceğimize; ama
kendi arzularımızı O’nda yaşatmaya çalışmayacağımıza, kendi
çıkarlarından önce toplumsal değerleri ön planda tutmasını O’na
öğreteceğimize, Anneliğin / Babalığın içimizde yeşerttiği,
zenginlikleri, isteyen herkesle mutluluk duyarak paylaşacağımıza; ve
O’nu yazıyla, kışıyla, gündüzüyle, gecesiyle, bütün varlılığımızla
daima sevip koruyacağımıza söz veririz"


Maillerimin arasında buldum bunu.2010 yılında eşime yollamışım.Oğlum 1 yaşında ya var ya da yoktur o zamanlar.


Çocuk yetiştirmek üzerine çok özet ve temel kurallardan bahsediyor.


Gerçekten öncelikle Hamd etmek gerekli.Çünkü mucizenin kendisidir bir bebeğin oluşumu.Başlangıcından dünyaya gelinceye kadar geçirilen evreler, bekleyiş, heyecan, ufak tefek sıkıntılar,merak ve doğum anı.Muhteşem bir şey. Dilerim Allah dileyen herkese sağlık, sıhhat, mutluluk ve sevgiyle bu güzel duyguları yaşatır.


Evet elimizden geldiğince en iyisini vermeye, sağlamaya çalışırken, doyumsuz çocuklar da yetiştirmememiz gerekiyor.Şimdi bakıyorum oğlum bir oyuncağa en fazla 1-2 saat seviniyor. Sonra kırmaya yönelik girişimleri oluyor. Bazen sakladığım bir oyuncağını verdiğimde yeniymiş gibi mutlu oluyor.Zaman zaman isteklerini paramız yok diyerek geri çeviriyoruz.Teyzem hafta sonu bizi işe uğurlarken güle güle gidin mama - araba alın diye alıştırmış.Ona göre çalışmamızın sebebi mama ve araba alabilmek :) Oysa eğitimi çok daha önemli.Ağaç yaşken eğilir ata sözünden yola çıkarak, yılları da geri getiremediğimizden, bu yılları en iyi şekilde değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.Karakterinin 3 yaşına kadar şekillendiğini okumuştum. Bu yüzden tek bakıcının yetiştirmesinin çok önemli olduğunu söylüyorlar uzman doktorlar.Annem sağ olsun bu konuda çok destek oldu bize.Hiç bir yeri dert görmesin inşallah.


Evet eşte çok önemli, eşime anneler gününde "anne olmama vesile olduğun için teşekkür ederim" demiştim.Hamilelikten, doğum sonrasına ve  büyütme aşamalarında bana destek olduğu için eşime müteşekkirim. Bazen eve gelip aç mısın? demesi bile benim için çok önemli oluyordu.
Sıkıldığımı anlayıp, bebeğimle bizi  (özellikle açık alan istiyordum.) gezdiriyordu.


Şimdi ne istiyorum çocuğum için.Öncelikle hep sağlıklı ve mutlu olmasını istiyorum. İnsanlara faydalı, saygılı, ülkesine faydalı bir insan olarak yetişmesini istiyorum. Kendi ayakları üzerinde durabilen, ihtiyacı olanlara yardın eli uzatan, saygılı, sevecen, paylaşımcı, çok dostu, arkadaşı olan,müzik ve sporla ilgilenen bir birey olmasını istiyorum.
Ben şunu olmak istiyordum, olmadı .Sen ol demeyeceğimi biliyorum. Nasıl mutlu olacaksan öyle ol ama, çevrene ve insanlara zarar verme derim. Birde mantığını aklını kullanan birisi olmasını, empati yapabilmesini isterim.


Umarım fidanımızı güzel bir şekilde yetiştirip, insanlığa ve ülkesine faydalı bir çınar olmasını görebiliriz.


Bir anne olarak daha ne isteyebilirim ki?






Sevgiyle















1 Ağustos 2012 Çarşamba

KANSERİN ÖLÜMÜ

LÜTFEN HERKESE GÖNDERİN..
Çocukluğumun yılları hatırladığım bildiğim kadarıyla 1952 yılları ve evveline rastlar. O yıllarda Annem bugday tanelerini,lokum kutularına yada sahan denen tepsilere pamuk içine eker ,çıkan yem yeşil ekini, 10 ya da 15 cm ken keser onu ezer unla karışımına şekerde katar pişirirdi. Adına UHUT denirdi.Tüm hastalıklara ilaçtır diye bizlere yedirilirdi. Yıl 2011 bu gün aynı buğday filizleri kansere ilaç olarak gündemde. Bilime inanan biri olarak doğruluyorum. Devaolsun diyorum. V.KARACA

KANSERİN ÖLÜMÜ--MUTLAKA OKUYUN
Arkadaşlar. Yeniköy Mimarlar Sitesinde komşum ve meslekdaşıma 30 yıl evvel doktorlar 6 ay ömrü kaldığını söylediler. Ailesini bu sonuca alıştırdı; evin tüm ihtiyaçlarını gördü, temin etti; kendini ölüme hazırladı. Buğday çimlenmesinin hastalığa iyi geldiğini bir yerde okumuş. Evin bir odasına toprak döşedi; orada buğday yetiştirdi; buğday çimini mikserde öğüterek her gün ve devamlı içti. 30 yıldır yaşıyor. Artık çime de gereksinimi kalmadı. Sağlıklı günler dileğiyle...
Yılmaz Ergüvenç

Kesinlikle zararı yok, sınırlı yararı olabileceği, destek amaçlı kullanılmalarında sakınca olmadığı kanaati bildirildi. Saygılarımla arz ederim. Dr.Vehbi Alpman.KANSERİN ÖLÜMÜ MUTLAKA OKUYUN!
ASRIMIZIN EN KÖTÜ HASTALIĞI İÇİN HER BİLGİNİN ÖNEMİNE İNANDIĞIMDAN ELİME GELEN BU MAİLİ HERKESE GÖNDERİYORUM.

Buğday çimi ekiniz ve yiyiniz, Buğday şırası yapınız ve içiniz.
Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya'da içtikleri Buğday şırası geliyor.
Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi Pakistan'daki Hunzakut Prensliği'nde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar. Türkiye'de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor.

Ödemiş'le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ'ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor.
Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir.
Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir.
Buğday müthiş bir kanser ilacıdır.
Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır.
Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir.
Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır.
Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir.
Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan 'laetril' içermektedir.
Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara)
Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur.
- Buğday çimini evde üretebilir miyiz?
- Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri....
- Buğday şırasını herkes üretebilir mi?
- Evet herkes üretebilir.
- İsterseniz tarif edeyim.
Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur.
Üzerine 3 bardak su klorlu olmamak şartıyla ilave edilir.
Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir.
Bu ilk su kullanılmaz, dökülür.
Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir.
24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır.
Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın ise günde 3 kez şıra alınır.
Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir.
O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar.
- Az önce sözünü ettiğimiz 'laetril' buğday çiminden başka nelerde bulunur?
Çünkü anlaşılıyor ki, 'laetril' kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri...
Elmanın çekirdeğini de yiyin!
- Evet, Türkiye'de en kolay laetril'e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir.
Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika'daki ilaç sanayinin maşaları bu 'laetril' adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika'da satılan 'laetril' bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD'ye sokulmaktadır.
Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır.
'Kanserin Ölümü' adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti.
- Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi?
- Evet öyle. Türkiye'de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var...
Pakistan'a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut'ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı.
Hanzakut'un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği...

- Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız?
- Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir.
Bağışıklık sistemi konusunda Alman doktor Issel'in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır.
Başarılı bir yöntem: Tüm beden tedavisi
- Tüm beden tedavisi nedir?
- Joseph Issel de bizim gibi kanseri lokal bir hastalık olarak değil, tüm vücudu ilgilendiren sistemik bir hastalık olarak ele alıyordu.
Ona göre vücutta sürekli olarak kanser hücreleri ürüyor fakat sağlıklı bir bağışıklık sistemi bu hücreleri hemen tahrip ediyordu.
Issel'in bir diğer tedavi yöntemide, ayda bir olmak üzere, özel olarak muamele görmüş bir kolibasil aşısı olan Pyrifer ile ateş şoku tedavisi idi.
Bu yöntemle hastadan bir miktar kan alınıyor, bunu ozon oksijen birleşim ile karıştırarak yeniden hastanın damarından enjekte ediyordu.
Binlerce kanser hastası bu yöntemle iyileşmişti.
Eski Sovyetler'de, şimdiki Rusya'da bu yöntem halen kullanılıyor.

Dr. Serap KIRMIZI
Uludag University
Faculty of Science and Arts
Department of Biology
16059 Gorukle/Bursa TURKİYE

BİR DOSTUMDA GÖRDÜM 
OLDUĞU GİBİ PAYLAŞIYORUM..

AİLE DİZİMİ

 
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?
ek=cts&haberno=6177
 
Kader döngüsü nasıl kırılır?
Aileler bin bir parçaya bölünmüş bir ruhtur. Kimse kendinden
menkul değildir. Aile bireyleri birbirlerine görünmez zincirlerle bağlıdır.
Nasıl fiziksel özellikler genetik şifreyle aktarılıyorsa,
aile içinde yaşanan travmalar, sırlar, değerler de kolektif
bilinçaltıyla aktarılır. 'Atalarınızın işlediği bir suçun bedelini yıllar
sonra (farkına varmaksızın) siz ödersiniz' dersem ne dersiniz?
Hemen burun kıvırmayın.
Yaklaşık 20 yıl önce psikolog Bert Hellinger, hastalarında
gördüğü sayısız psikolojik arızanın nedeninin atalardan miras 
olduğunu fark ederek, 'aile dizimi' adını verdiği bir yöntem geliştirir. 
Bu yöntemin birçok vakada etkili olması üzerine Hellinger'in
Avrupa, ABD ve Asya'da takipçileri çıkar. Bugün Türkiye'de
de 'psikolojik şecere'ye ilgi gösteren psikoterapistlerin sayısı az değil.
İşin aslı şu: Her ailede saklanması gereken 'utanç 
verici' olaylar vardır. Sizin ailenizde yok mu? Cinayet, ensest, tecavüz,
intihar, akıl hastalıkları, miras kavgaları, ağız dalaşları, küslükler...
Liste uzayıp gider. Atalarınızdan biri, diyelim  anneannenizin
dedesi bir cinayet işler ve bu cinayet örtbas edilir. Ancak hiçbir sır
saklı kalmaz. Dedenizin yaşadığı bu utanç, bu suçluluk duygusu
genetik hafızayla sonraki nesle geçer.
 
Anneannenin ayıbı toruna miras İşte Hellinger, 'aile dizimi' adlı yöntemiyle 
hastalarında farkındalık yaratıyor ve geçmişten gelen 'kötü miras' kapı
dışarı ediliyor. 'Aile dizimi' bugüne kadar hep grup terapilerinde
kullanılmış. Hellinger'in 'Kabul etmenin özgürlüğü /  Anerkennen
was ist' adlı kitabı bu açıdan son derece ilginç.
Psikolog ve psikodramatist Meral Yıldırım Keskin'in İstanbul
Psikodrama Enstitüsü için 'Çift Psikodramasında Genososyogram
Kullanımı' adlı bir tez yazdığını ve evli çiftlerin sorunlarını
çözerken aile dizimine benzer bir yöntem olan 'Aile Ağacı'yla
ilgili bir model üzerinde çalıştığını duyunca telefona sarılıp, 
yüz yüze görüşmek istedim. Keskin, çift terapisi uyguladığı iki evli
çifti tezinde model olarak kullanmış. Keskin'le üç saatlik sohbetimizde
peşimizi bırakmayan aile hayaletlerini kovaladık.
Nasıl oluyor da fi tarihinde aile büyüklerimizin işlediği suçların
bedelini biz ödüyoruz?

Gustav Jung, bunu 'kolektif bilinçaltı' kavramıyla açıklıyor, bazı
kavramların kolektif bilinçaltı yoluyla kuşaktan kuşağa geçtiğini
söylüyor. Freud da kolektif bilinç kavramını sunuyor.
Psikodramanın kurucusu Moreno ise grupları içine alan kolektif bilinç ve
kolektif bilinçaltından söz ediyor. Burada bir kişinin bilinçaltının
diğerinin bilinçaltıyla bağlantıya geçmesi söz konusu. 
Benim bu çalışmada en çok üzerinde durduğum, 'aile sırları' kavramı oldu.
Aile içindeki sırlar problem yaratıyor. Bir ailede yaşananlar
sonraki kuşaklar boyunca etkili olabiliyor. Mesela bir intihar
vakası 'aile sırrı' olarak kapatılıyor. Bizden iki-üç kuşak önce
eşcinsellik, evlilik dışı ilişki ayıp ya da günah sayılırdı.
Birçok ailede bu gibi durumlar örtbas edilir, konuşulmazdı.
Büyükannemiz 'ayıp' bir olay yaşamış ve bu durumun üstü kapanmış
olabilir. Üstü örtülenler kuşaktan kuşağa geçiyor maalesef.
Anneanne yaşadığı utancı kızıyla paylaşmıyor, ama kızı bu bilgiyi
genetik hafızayla devralıyor. O da farkında olmadan bu bilgiyi kendi kızına
aktarıyor. Torun ise nedenini bilmediği korkular ve suçluluk duygularıyla kıvranıyor.
 
Aile sırları rüyalarda fısıldanıyor
Bazen tuhaf rüyalar görürüz. Mesela bir sefer rüyamda anneannem
dedemle ilgili bir sırrını anlatmıştı. Bazen aynı gece anne-kız aynı
rüyayı görürüz, bu nasıl oluyor?
Psikodramada 'tele' adını verdiğimiz kavram aracılığıyla...
Kuşaktan kuşağa tele geçişleri var. Tele, çift taraflı  empati demek.
Rüyanızda, annenizin bilinçaltına aktarılmış bir sırrı tele yoluyla
öğrenmişsiniz. Tele, çok doğru seçimler yapıyor. Ben sizden
hoşlanıyorsam büyük bir ihtimalle siz de benden hoşlanırsınız.
Sizden bilmediğim bir nedenden hoşlanmadım, olabilir. 
Belki siz bana bir şey çağrıştırıyorsunuzdur, belki annemi, kavgalı 
olduğum ablamı vb. Bu bilinçaltı veya bilinçdışı bir durum...

İşte nedenini bulamadığınız pek çok şey psikodrama sahnesinde belirginleşiyor.
Dramatizasyon sırasında bilinçaltımız su yüzüne çıkıyor. Eğer
kendimizi rahat bırakır, spontan davranmayı başarabilirsek telemiz
ortaya çıkıyor. Ailenizde hiç konuşulmamış ama kuşaktan kuşağa
aktarılmış bir bilgi rüyanızda size iletilebilir.
  Bu ürkütücü bir durum ama...
  Evet. Aile sırları bir hayalet gibi dolaşıp durabilir.
Schützenberger'in 'Ancestor Syndrome' adlı kitabında ilgimi çeken
bir olay anlatayım. Nazi Almanyası'nda esir kamplarında ölenlerin
torunları o döneme ait ilginç kâbuslar görüyor. Hiç tanımadıkları
büyük babalarının yaşadıklarına ilişkin rüyalar görüyorlar.
Oysa bu olaylar kuşaklar boyunca unutulmak istenmiş. Duygular 
nesilden nesle geçiyor. Burada bilinçdışı süreç söz konusu.
'Ah dede vah dede' dedirten örnekler verir misiniz?
Eğer göçlerin yaşandığı bir soyağacına sahipseniz sizde de
bir yerden diğerine göç etme arzusu görülebilir.
Bir insan çok sık ev ya da iş değiştiriyorsa geçmişe doğru uzanır, ailede göç 
durumu olup olmadığına bakarız. Roosevelt'lerin soyağacında tekrarlayan
ilişkiler görülür. Eleanor Roosevelt'in çocukluğunda  annesiyle çatışmalı,
babasıyla yakın olumlu ilişkisi vardır. Her ikisini de
birbirine yakın zamanlarda, 11 yaşındayken kaybeder.
Evliliğinde kendi kızı annesiyle çatışmalı, babası Franklin Roosevelt'le
olumlu ilişki içindedir. Yine Schützenberger'in kitabında yer  alan bir
soyağacı, altı kuşak boyunca ailedeki erkeklerin yaşadıkları
kazaları anlatıyor. Büyük dede bir kazada ölüyor,  arkasından
oğlu altı yaşındayken okul dönüşü kaza geçiriyor, onun oğlu da aynı
yaşta yine aynı olayı yaşıyor.
 
Sebebi bilinmeyen ağrıların hikmetiKaza neden hep çocuklar altı yaşındayken oluyor?
Burada karşımıza 'yıldönümü' kavramı çıkıyor. Mesela, yılın
belli aylarında sebebini bilmediğimiz ağrılar çekeriz. Ya da ölüm
yaşları, evlilik yaşları, düşükler, erken doğumlar sebebini 
bilmediğimiz şekilde bazı olaylara denk gelir. Örneğin kişi mayıs ayında
korkunç baş ağrıları çekiyor, fiziksel ya da psikolojik sebebi bulunamıyor.
Araştırılınca o döneme denk gelen bir yas ya da travmatik bir
olay olduğu görülüyor. Yani o olayın yıldönümünde sebebi bulunamayan
ağrılar yaşıyor kişi. Elimdeki vakalardan birinde erkeğin
evliliğiyle ilgili sorunları vardı. Üç yaşındayken anne babası
ayrılmış. Kendisinin de üç yaşında bir kızı vardı. Erkek çok
yoğun kaygılar içinde, çok ciddi bir sıkıntı yaşıyor ve hiç istemediği
halde evliliğinde boşanmaya doğru yol alıyor. 'Genososyogram'
adı verilen 'aile ağacı' çalışmasıyla bu kaygılarının nedenini
ortaya çıkardık. Gördük ki, kızı üç yaşına yaklaşıyor bu kaybın
tekrarı ve buna ilişkin duygular söz konusu. Adam, tıpkı babasının o 
üç   yaşındayken gösterdiği tavırları göstermeye başlıyor. 
Burada bir yıldönümü sendromundan bahsedebiliriz. Ölüm yaşları da 
ilginç bir biçimde kişileri etkiliyor. Mesela, adam karısının öldüğü 
gün komaya giriyor. Genç kadın anneannesinin ölüm yıldönümünde düşük
yapıp, bebeğini kaybediyor. Babanızın ölüm yıldönümüne yakın 
günlerde sebebi bilinmeyen baş ağrılarından kıvranıyorsunuz.
 
Hastanızı nasıl tedavi ettiniz?
Tedavi şöyle: Baba, bugününü etkileyen davranışlarının kökünde
geçmişte yaşadıkları olduğunu gördü
. Önemli olan tekrarların
kırılması, farkındalık kazanılması. Hakkında konuşulmayanlar
bilinç üstüne çıktığında, olayın farkına vardığınızda sorunları çözüyorsunuz.
Eski defterlerde yazılı borçlar 
 
 Bitmeyen yas neden tehlikeli?
En sık hatalardan biri, kadının düşük yaptıktan ya da çocuğu
öldükten hemen sonra hamile kalması. Daha yas bitmeden...
Böylece yeni gelen çocuk depresyonlu bir anneye sahip oluyor. Yas
ortamında doğan çocuklar sağlıklı olmuyor. Çoğunlukla doğan çocuk 
ölenin yerine konuyor. Biz buna 'yerine konmuş çocuk' diyoruz.
Schützenberger'in kitabında Vincent Van Gogh ve Salvador
Dali'den söz eder. Van Gogh kendisinden büyük kardeşinin ölüm 
tarihinden bir yıl bir gün sonra doğar ve onun ismini alır. Van Gogh 
trajik bir hayat yaşar. Salvador Dali de büyük kardeşin ölümünden 
sonra acılı bir anneye doğar. Kendisine ölen kardeşin ismi verilir.
Çocukluğunda ismini taşıdığı kardeşinden farklılaşmak için palyaço olmak ister.
Sonradan anne babası tarafından kendisine verilmeyen duyguların
boşluğundan ve bunları doldurarak yaşamaya çalıştığından bahseder.
Diyelim, bir ailede üç kuşak önce birine haksızlık  yapılmış ve o
kişi dışlanmış. Tabii bu olaydan torunlar bihaber. Bu  küslük torunlara nasıl aktarılır?

Bu sonraki kuşaklarda kaybetme duygusu olarak yansıyabilir.
Açıklanamayan pek çok şey var. 'Aile sadakati' önemli bir kavram;
bireyler ailelerine sadakatle bağlıdır ve her ailede borçlar ve
alacaklar vardır. Bu defterde haksızlıklar var mı? Bu  bilançoda
borçlu taraftaysak bu haksızlığı yapan büyük büyük dedemiz de olsa
biz onun torunu olarak bu borcu, suçluluk duyguları yaşayarak
ödüyoruz. Yani 'gizli adalet' söz konusu. Aile içindeki küslükler
çok önemli. Çünkü küslükte olumsuz duygular karşı tarafa  değil,
kişinin kendisine dönüktür ve kişi bu olumsuzlukları kendinde
hapseder. Bunu halletmek gerekir.
Evlatlıklar da 'istenmeyen miras'tan yararlanıyor mu?
  Schützenberger'in bir evlatlık örneği vereyim: Genç bir kadının
genetik geçişli siyanoz hastalığı (oksijen yetersizilği nedeniyle
derideki morarma) vardır. Ameliyat olur ve iyileşir.
Evlendikten sonra hastalığının geçmemesi için çocuk sahibi olmak istemez.
Hintli yetim bir çocuğu evlet edinirler. Bir süre sonra çocuk hastalanır.
Teşhis siyanozdur. Çocuk aynı hastanede, aynı tarihte aynı ameliyatı
geçirir. Her evlatlıkta aynı durum olur diye genelleme yapmak
yanlış olabilir. Ancak bu, farklı ailelerden bir araya gelen kişilerin de
aynı kaderi yaşamasına bir örnek. Aynı durumu evliliklerde de
görebiliriz. Evli kişilerin aile yapılarında, aile soyağaçlarında
pek çok benzerlik söz konusu olabiliyor. Bu durum yapılan
seçimlerde telenin varlığını bizlere gösteriyor.

Duygusal arınma grubunadan alıntıdır.
         İlginç bir saptama, neyi düşünürseniz onu hayatınıza çekersiniz diye bir tabir var."Aklıma gelen, başıma geldi" diye bir atasözümüz de var. İyi şeyler düşünelim, iyi şeyler olsun.Huzur, mutluluk, sağlık, bolluk ve bereket dünyamız ve dünyadaki bütün canlılar, hatta Kainat  için olsun.